İlk Atama, İlk Görev Yerim : Kapaklı Köyü
Öğretmen olarak
ilk atamam, Çorum'un Alaca Kazası'-nın Kapaklı Köyü'ne
yapıldı.
Öğretmen okulunda
altı yıl, disiplinli bir eğitim ve öğretim görerek iyi bir
öğretmenlik ideali kazanmıştık. Bizim için vatanın her köşesi kutsaldı. Nereye
atanırsak, orada görev yapmak bir vatan
borcu idi. Yurdun her köşesinde aydınlanmak
için bizi bekleyen çocuklarımız vardı. Onları, çağdaş yurttaşlar olarak yetiştirmek için eğitilmiştik.
Bu
duygularla, atamamın yapıldığı köye gitmek üzere yola düştüm.
Yirmi bir yaşındaydım. İlk defa bu yaşta bir genç olarak
kutsal bir görev yüklenecektim. Bana verilen meşaleyle karanlığa ışık
tutacaktım. Bu düşünceler, aldığım
eğitimin meyvalarıydı. Fakat, Anadoluda görev yaparken nasıl bir gerçekle karşılaşacağımı hiç
bilmiyordum. Sadece, öğretmenlik
mesleğini çok seviyor, biran önce mesleğe
başlama heyecanı duyuyordum. Atamam Çorum
İli emrine yapılmıştı. Bunu öğrenince, önceden öğretmenim olan Zonguldak Milli Eğitim Müdürü Namık
irk'ı ziyarete gittim. Kendisine
görev yerim hakkında bilgi verdim.
Bana başarılar diledi. İyi bir öğretmen olacağımı, benden çok şeyler beklediğini söyledi. Çorum Milli
Eğitim Müdürü arkadaşı imiş; ona
iletmek üzere, bir kart yazıp verdi. Öğrencisi
olduğumu belirten bu kart, benim Çorum Milli Eğitim Müdürü'nü ziyaret etmem için bir fırsat oluşturduğundan bana beklenmedik bir destekti. Çok sevindim.
27 Mayıs 196O'ta Ordu'nun idareye el koyması ve o zamanın iktidarı olan Demokrat Parti Hükümeti'nin görevden uzaklaştırılarak mensuplarının yargılanmaya başlanması ile
memleketimizde yeni bir dönem başlamıştı. Gelecekte
neler olacağı belirsizdi. Ama biz, memleketimizin geleceğinin aydınlık olacağına olan inancımızı hiç yitirme-dik. Bu inançla, mesleğime başlamak üzere valizime birkaç çamaşır ve birkaç kitap yerleştirerek Çorum'a hare-ket ettim. Çorum'a varınca, doğruca Milli Eğitim Müdürü Recep Açıkalın'ın, makamına gittim. Saygı ile Namık Irk hocamın kartını
uzattım. Ayakta, dikkatle ne tepki
göstereceğini merakla izliyordum. Babacan,
güngörrnüş, tecrübeli bir yönetici izlenimi veriyordu. Kartı okudu. Önündeki listeden ismimi aradı ve güler
yüzle başını kaldırarak; -Tayinin Alaca Kazası'nın Kapaklı Köyü'ne yapılmış. Başarılar dilerim, dedi.Teşekkür ettim. Başka hiç bir şey söyleyemeden odasından çıktım. Büyüklerim beni uygun buldukları bir yere vermişlerdi. Bunun üzerinde, iyi midir - kötü müdür ?diye yorum yapmak
ve soru sormak saygısızlık olurdu. Doğruca Alaca
otobüslerinin kalktığı yere gittim. O zamanlar bugünkü gibi konforlu
yazıhaneler, lüks otobüsler yoktu. İlçe yollan bile asfalt
değil, stabilize idi. Bugün bir saatte gidilebilen yerler, o zamanlar iki üç
saat çekiyordu.
Sağ- salim Alaca'ya geldim. Alaca, o
zamanlar bir ana cadde etrafında birkaç dükkan, birkaç kahve
ve üç beş binadan ibaret bir Anadolu kasabasıydı.
Otobüsten inince, kalacak bir otel sordum. Otel olmadığını,
birkaç han bulunduğunu söylediler. Hanlar, köyden gelenlerin
geceleyin konakladıkları yerlerdi. Hanın alt kısmında,
yatmaya gelen insanların hayvanları, üst kısmında ise
kendileri kalırlardı. İlk rastladığım kişiye han sordum.
Meğer önünde durduğum bina bir hanrnış. Girdim, bana
zemin katın üstünde iptidai bir oda gösterdiler. Bu oda ve
içindeki yatak, bugünün temizlik anlayışı ile bağdaştırılamaz bir durumdaydı. Ama orada sabahlamaktan başka çarem yoktu. O
günlerde yeni, yeni sigara içmeye başlamıştım. Garipliğin verdiği efkarla, han odasında sigaranın birini yakıp
birini söndürüyordum. Ağzım zehir
gibi olmuştu. Başım ağrıyordu. Gecenin
bir an önce bitmesini dileyerek, uyumaya çalıştım. Sabahın olmasını dört gözle bekliyordum. Çünkü görevlendirildiğim
Kapaklı Köyü'nü çok merak ediyordum. Sabahleyin,
Kapaklı Köyü'ne nasıl gidebileceğimi handaki görevlilere sordum. Kasabada (Alaca'da) o köyden evli bir terzi olduğunu öğrendim. Tarif üzerine
gidip kendisini buldum. Köye nasıl
gidebileceğimi sordum. Altıma bir
sandalye verdi. Çırağını gönderip bir de çay söyledi. -Oraya ancak bir at arabası ile gidebilirsiniz,
dedi. Okulu sordum ama, fazla
bilgisi yoktu. Çayları içtik. Çırağını
bu kez de at arabası olan bir tanıdığına gönderdi. Araba geldi. Terzi fiyatını sordu. 12,5 TL'ye
anlaştık. Teşekkür edip terzinin
yanından ayrıldım.
Mevsimin en sıcak zamanı, Ağustos
ayının sonlarıydı. Bavulumu arabaya koydum. Kendim de
arabacının yanına bindim. Mesleğe ilk adımı atacağım Kapaklı
Köyü'ne doğru yola koyulduk. Kasaba epeyce gerilerde kaldı. Köyümü uzaktan da olsa, bir an önce görmek için sabırsızlanıyordum. Her sorduğumda arabacı, -Daha yolumuz
uzun, diyordu.
Yolun sağı
solu ekin tarlaları idi. Başaklar sararmış ve ekinler
olgunlaşmıştı. Her tarlada çalışanlar vardı. Araziye kahverengi hakimdi. Gözün gördüğü yerde, ne bir ağaç ne bir yeşillik vardı. Arabacı ile havadan sudan konuşuyorduk. Yağlıçalı adında bir köyün içinden geçtik. Arabacı, ileriyi işaret
ederek, önümüzdeki tepeyi de aştıktan
sonra, atandığım köyü uzaktan
görebileceğimi söyledi. Nihayet dediği
yere geldik. Uzaktan yan yana üç köy görünüyordu. Ortadaki beyaz evlerin bulunduğu köy, Kapaklı Köyü imiş. Kanımca, beş kilometre daha yolumuz vardı.
Köye yaklaştıkça bende heyecan
artıyordu.
Köye
geldik. Bir bayır üzerinde gelişigüzel yapılmış evlerden oluşmuş, yaklaşık kırk hanelik bir köydü. Nedense bütün evler beyaz badanalıydı. Evlerin çatıları yoktu, hepsi toprak
damlıydı. Köyün ortasında minaresiz bir cami ve yanında da
köy çeşmesi vardı. Evler, köy meydanının etrafını halka
halinde çeviriyordu. Gözlerim, yol boyunca hayal ettiğim
ilkokul binasını aradı. Görünürde böyle bir bina yoktu.
İçimden "Belki kuytu bir yerdedir," diye geçirdim. Sorarak muhtarın
evini bulduk. Kendisi dışarı çağırdık.
Kendimi tanıttım ve hemen okulu sordum.
-Köyde okul yok, dedi.
Hayallerim suya
düştü; köyde okul yoktu Ayrıca, muhtarın konuşma ve tavırlarından, köye bir
öğretmenin gelmesinden de pek memnun olmadığı anlaşılıyordu. Anlattığına göre, geçen yıl bir öğretmen gelmiş ve okul
olmadığı için geri gitmişti. Muhtar, okul yapımına ne zaman başlanacağını
da bilmiyordu. Muhtarı dinlerken; bir taraftan okul yapımı için getirilmiş taş yığınlarına bakıyor, bir taraftan da ne yapacağıma karar vermeye çalışıyordum. Tabiri caizse, duyduklarım, bu ağustos sıcağına
rağmen, benim için soğuk bir duş
olmuştu. İşte bunu okulda öğret-memişlerdi:
Okulsuz bir köyde nasıl öğretmenlik yapacağımı bilmiyordum. Çabuk bir karar
vermem ve arabacıyı kaçırmamam
gerekiyordu. O da giderse, burda eli kolu bağlı kalırdım. Kararımı verdim. Geri dönecektim. Valizimi muhtarın evine bıraktım. Arabaya atlayarak, geldiğimiz
yöne hareket ettik. Dönüş yolunda uzun uzun düşündüm ve kararımı verdim: Çorum'a tekrar gidip, Milli
Eğitim Müdürü'nden, beni okulu ve
bir öğretmeni daha olan başka bir köye tayin etmesini isteyecektim.
Çünkü, okul olursa mesleğimi yapabilecek, iki öğretmen olursak da, diğer
meslektaşımın deneyimlerinden yararlanacaktım. Müdür öğretmenimin arkadaşıydı. Sanırım, onun hatırına,
benim bu isteğimi kırmazdı. Alaca'ya dönüş yolunda, kafam hep bu düşüncelerle meşguldü.
Bir gün sonra
Çorum Milli Eğitim Müdürü Recep Açık-alın'ın makam
odasının önündeydim. İçimde bir korku ve heyecan vardı.
Buradan, bir hayal kırıklığı ile ayrılmak korkusu,
heyecanımı daha da arttırıyordu. Kapıyı çaldım. İçeri girdim. Müdür Bey, karşısında bir subayla sohbet ediyordu. Kendimi tekrar tanıtarak, köyde okul olmadığını söyledim ve beni okulu ve öğretmeni olan bir köye vermesini istedim. Sakin
bir şekilde dinledi. Bana okulsuz Kapaklı Köyü'nü
övmeye başladı; temiz bir köy olduğunu, halkının çerkez olduğunu ve çerkezlerin olumlu özelliklerini anlattı. Odadaki subay konuşmaya hiç
katılmıyordu. Son
defa cesaretimi
toplayıp isteklerimi tekrar anlatmaya çalıştım. Anlatmaz
olaydım. Birdenbire, o babacan ve güler-yüzlü adamın yerini
asabı birisi aldı.
-Beni kızdırırsan, seni Kargın'ın dağlarına veririm. Doğru Alaca'ya!... Ben, Alaca İlköğretim Müdürü'ne telefon edeceğim, seni köye götürsünler, dedi. Kapıyı gösterdi.
Büyüklerimize itiraz hakkımız yoktu. Görevi bırakmak gibi bir seçenek, aklımızın köşesinden geçmezdi. Çünkü, bu kutsal mesleğin mensubu olmak bir ayrıcalıktı. Bir diğer sebep ise,
seni okutan devlet ve milletine hizmet etmek
boynunun borcu idi.
Gelirken kurduğum bütün hayallerim kırılmıştı. Geri dönmekten başka çarem yoktu. Tekrar Alaca'ya döndüm. Otobüsten iner
inmez doğru öğretmenler lokaline gittim. Amacım, oradaki öğretmenlerden köy
hakkında daha fazla bilgi edinmekti. Büyük bir karamsarlık
içindeydim. Belli ki beni zor günler bekliyordu. Hayatın acı
gerçeklerini, bu genç yaşta birer birer tatmaya başlamıştım.
Bunları düşünürken, eli torbalı, -yaz sıcağına rağmen- sırtı paltolu bir kişi karşıma dikildi.
-Yabancıya benziyorsunuz. Yoksa siz
Kapaklı'ya atanan yeni öğretmen misiniz? dedi. -Evet,
dedim. -Ben de sizi arıyordum.
Şivesinden
doğulu olduğu anlaşılıyordu. Pazar günü yapılacak seçimde,
sandık kurulu başkanlığı yapmak üzere benim
görevlendirildiğim Kapaklı Köyü'ne gidecekmiş. Bir sandalye çekti, yanıma
oturdu. Kendisi on yedi yıllık öğretmenmiş.
Geçen yıl kasabaya tayin olmuş. Bu çevredeki köyleri çok iyi tanırmış. İlköğretim Müdürü, seçime giderken,
beni de birlikte götürmesini kendisinden rica etmiş. Anlaşılan, Çorum Milli Eğitim Müdürü, İlköğretim Mü-dürü'ne benim için telefon etmişti. Bu tecrübeli
meslektaşıma, köye neyle
gideceğimizi sordum. Hafifçe gülümsedi;
-Yaya gideceğiz, dedi.
Biraz şaşırdım ama, o benden yaşlıydı. Ben ise 21 yaşındaydım. Okulda da hatırı sayılır sporculardandım. "O gidebiliyorsa, ben de giderim." diye düşündüm ve sordum.
-Ne zaman gideceğiz ?
-Hemen.
Vakit,
ikindi idi. Camilerden ezan sesleri geliyordu. Daha önce at arabasıyle gittiğim köye, şimdi yaya gitmek üzere yola düştük. Dursun Bey (Adını yeni öğrendim.) yol boyunca
anılarını anlattı. Gideceğimiz köyü övüyordu. Neredeyse yolu
yarılamıştık. Yağlıçalı Köyü'nü de geçip tepeye tırmandığımızda hava
birdenbire karardı, gökyüzünü kara bulutlar kapladı. "Yaz yağmuru, gelir geçer," dü-şüncesindeydik. Ufak ufak çiseleyen yağmur taneleri, birdenbire patlayan
gök gürültüleri ve şimşeklerden sonra sicim gibi
dökülmeye başladı. Köye, aşağı yukarı beş kilometre daha
yolumuz vardı. Dursun Bey, seçim evrakları ıslanmasın diye,
onları paltosunun altına aldı. Benim üzerimde bir yazlık
gömlek, bir pantolon ve bağcıksız bir yazlık ayakkabı
vardı. Başıma düşen yağmur taneleri
omurgamdan aşağıya doğru akıyor, ayak bileklerimden dışarı çıkıyordu. Toprak, hemen çamur olmuştu. Ayakkabılarım, zaman zaman çamura batıp kalıyordu. Tekrar giyip arayı açan Dursun
Bey'e yetişmeye çalışıyordum. Bu durum,
Dursun Bey için çok normal olmalı ki, hiç şikayetlenmiyor-du.
Benim ise moralim çok bozulmuştu. Okulsuz bir köye gitmek için, bu kadar sıkıntı çekmeye değmezdi. İçimden "Bu yıldırımlardan biri bana çarpsa da
ölsem daha iyi olur." diye
kahrediyordum. Köyde öğretmenlik yapmanın zorlukları, yeni yeni ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu zorluklarla başa çıkmanın bir hayli zor olacağı
anlaşılıyordu. Ama zorluklara teslim
olmak yok, onları aşmak vardı. Okulda
bize böyle öğretilmişti.
Kapaklı Köyü'ne vardığımızda karanlık basmıştı. Meydanda in-cin top oynuyordu. O zaman köylerde elektrik yoktu. Muhtarın odasını güçlükle bulduk. İçeriden sesler geliyordu. Kapıyı vurduk, içeri girdik. Halimiz içler açışıydı.
Ama, köylüler bu
durumu hiç garipsemedi. Onlar için, bu durum gayet normal
ve güncel hayatta çok rastladıkları bir olaydı.
Odayı bir gaz lambası aydınlatıyordu.
Oturanların yüzleri zor seçiliyordu. Dursun Bey köy yaşamı
konusunda deneyimli olduğunu gösterdi; odadakilere gür
bir sesle selâm verdi. Bu sanki askeri bir komut idi.
Odadakilerin hepsi ayağa kalkarak, bu selama aynı tonda
karşılık verdiler. Bu, onların misafire ve devlete
saygılarının bir nişanesiydi. Dursun Bey'in yanında, kendimi biraz
silik hissettim. Sessiz ve saygılı bir şekilde duruyor; odadakileri anlamaya ve
algılamaya çalışıyordum. Allahtan, araba
ile ilk geldiğimde bavulumu burada
bırakmıştım. Koridorda, üzerimizdeki ıslak
ve çamurlu giysilerimizi çıkardık, bavulda olan kuru giysilerden giyindik. Dursun Bey'e de benim kuru
giysilerden verdim. Yeniden
Odadakilerin yanına döndük. Köylüler
için Dursun Bey, beklenen misafir idi. Çünkü, yarın (pazar günü) seçim vardı. Ama benim geleceğimi
bilmiyorlardı. Biraz sonra, evlerde
hazırlanan yemek odaya getirildi.
Hizmet edenler köyün delikanlılarıydı. Sofrayı hazırlarken terbiyede kusur etmemeye çalışıyorlardı.
Önce sofra örtüsü, sonra sofra
tahtası, daha sonra siniyle yemek geldi.
Yemek, etli pilavdı. Sininin kenarlarına yufka ekmekler dizilmişti. Köyün
yaşlıları sininin etrafına oturdular. Ben de sedirden inerek sofrada yerimi aldım. İlk defa, bir sofra etrafında bağdaş kurarak oturuyordum. Bağdaş
kurmakta acemi olduğumdan bir hayli
zorlandım. Yemeğe ne zaman ve nasıl
başlanacağını merakla gözlüyordum.
Sofradaki en yaşlı kişi, herkesi buyur etti ve aldığı yufka ekmeği etli pilavın üstüne pikeledi. Sonra da, eliyle
kepçe şeklinde aldığı lokmayı ağzına
götürdü. İlk defa böyle yemek Yiyordum.
Benim için bir hayli zordu. Ama bu zorluğu sez-dirmemeye çalışarak ve sofranın adabına uyarak yemeye Çalıştım.
Dizlerim uyuşmuştu. Artık bir an önce kalkıp sedire oturmak istiyordum. Açlığımı da bir hayli bastırmıştım. Kendi kendime, "Bu lokmadan sonra
kalkmalıyım," diyor. dum. Nihayet son
lokmayı da yiyip kendimi sedire attım.
Yemek yemediği için sedirde oturan ve teşbihini çekmekte olan yaşlı bir köylü,
bana dönerek; -Sofradan kalkmamalıydın, dedi. -Neden ? dedim.
-Bizler, (Çerkezleri kastediyordu) büyükler yemeğe son verip sofradan kalkmadıkça, küçüklerin kalkmasını hoş karşılamayız.
Bu beklemediğim bir azardı. Kuralları
bilmemekle suçlanmak genç bir öğretmen olarak onurumu
kırmıştı. -Ben Çerkez değilim, dedim.
Buna rağmen, söyleneni o gece boyunca içime sindiremedim. Daha sonra gördüm ki, sofradaki büyük, küçüklerin doyduğuna
kanaat getirince, "Afiyet olsun!" diyerek yemeğin sona erdiğini ilân ediyordu.
Sofra kalktı,
çaylar geldi. Dursun Bcy'e sorular soruldu. O da coşkuyla soaıları cevaplıyor,
bildiklerini aktarıyordu. Öğretmenlik anlatma mesleğidir, tarlası da toplumdur.
Çocuk olsun, büyük olsun; bilgisini eker ve arkasına bakmadan devam eder.
Burda da öyle oluyordu. Ama konuşan hep
Dursun Bey'di. Beni çömez gördükleri belliydi. Kendimi köşeye itilmiş gibi
hissettim. Dile kolay onyedi yıl geçecek
ve ben de Dursun Bey gibi saygın olup dinlenecektim. Bu yıllarda (i96O'lann
başı), köylerde elektrik ve radyo yoktu.
Köylüler haberleri, ancak köye gelen memurlardan alabiliyor veya kasabaya pazara gittiği zaman duyuyordu. Köy odalarında konuşulanlar, genellikle bu
kaynaklardan alınan bilgiler ve
bunlarla ilgili yorumlardı.
Burada sıkıldım;
kafamda kendime göre bir plan yaptım; Dursun Bey'i ikna edecek ve onun da
yardımıyla, bu köyde okul olmadığına ve öğretmenin barınacağı bir yer bulunmadığına dair Köy İdare Heyeti'nden bir ilmühaber (Belge) alacağım ve bunu da Milli Eğitim Müdürü'ne götürüp başka bir köye naklimi isteyeceğim. Benim için bu köyden kurtulmanın tek çaresi buydu. Odada oturanlar, gecenin ilerlemesi ile birer ikişer, evlerine gitmek üzere ayrıldılar. Ev halkından olan gençler, bize yan yana iki yer yatağı yaptılar.
Herkes gittikten sonra,
sabırsızlıkla, kafamdaki planı Dursun Bey'e anlattım. Bana, yorganları açarak,
beyazlığını ve temizliğini gösterip,
-Hiç bir köyde böyle bir temizlik bulamazsın. Bu köy senin için bulunmaz bir nimet, dedi.
Anlattıkları hiç kafama girmiyordu. Kendi açımdan haklı sebepler ve gerekçelerim vardı.
Yataklara yattık. Gerçekten yataklar çiçek gibi kokuyordu. Yorgan ve çarşaflarda göz nuru işlemeler vardı. Bunlar, Dursun Bey'i coşturuyordu. Günün yorgunluğundan olacak, konuşurken
uyuyakalmışız.
Horoz sesleriyle
gözlerimizi açtık. Sabah olmuş, köyde hayat başlamıştı. İnsan, hayvan,çocuk
sesleri birbirine karışıyordu. Dursun Bey, birazdan seçim için
görevinin başına gidecekti. Peki, ben ne yapacaktım?
Bu düşüncelerle yataktan kalktım. Dursun Bey'de kalkmıştı. Gördüğümüz şeyler karşısında, hayretler içinde kaldık. Akşam ıslak ve çamur olan elbiselerimiz, yıkanmış, ütülenmiş
başucumuza konmuştu. Bunlar ne zaman yıkandı,
ne zaman ütülendi, başucumuza ne z aman kondu? Bu güzel davranış Dursun I loca'yı yine coşturdu. Bana dönerek,
-Bana bak, sen daha
gençsin; köyleri ve köylüyü tanımıyorsun. Görev yapmak için böyle bir
köyü çok ender bulabilirsin. Köyde okul olmaması senin meselen değil. Onu Devlet düşünsün. Beni dinlersen, başını
sokacak bir oda bul ve bu köyde kal
kardeşim, dedi.
Bu sözlerin
hiç biri, beni fikrimden vazgeçirmeye yetmedi. Çünkü, yalnız bir odada
barınarak kimseye bir şey öğretmeden, öğretmen olarak anılmak, bana göre bir
şey değildi.
Akşama, daha uzun zaman vardı. O zamana kadar
Dursun Bey'i fikrinden vazgeçirebilirim ümidindeydim. "Hele şu
seçim işi bir bitsin; sıra bana da gelecek," diye düşünüyordum.
Başucumuza
hazırlanmış temiz ve ütülü elbiselerimizi giydik.
Kahvaltımızı yaptık. Seçimin yapılacağı, köy camisine yöneldik. Cami, köyün
ortasında, köylünün kendi imkanlarıyla yaptığı ve döşediği küçük
bir mescitti. Giriş kapısının önünde, taş duvarlarla çevrilmiş bir avlusu vardı. Sandığın kurulmasına yardım ettim. Köylüler cami
avlusunda toplanmış, sanki seçimden çok, köylerine yeni atanmış öğretmeni - yani beni - merak ediyor;
kaçamak bakışlarla izliyorlardı. Daha
doğrusu, ben öyle hissediyordum.
Öyle sanıyorum ki, beni pek gözleri
tutmamıştı. Açıkçası, ben de, ön
yargı ile de olsa, onları sevmemiştim. Akşamın
olmasını, gerekli ilmühaberi alıp bir an önce oradan ayrılmayı sabırsızlıkla bekliyordum.
Sandık
kuruldu, seçim resmen başladı. Oylarını kullanmaya
gelenler, oy kullandıktan sonra ya evlerine geri dönüyorlar ya da cami avlusunda toplanıp sohbet ediyorlardı. Şimdi, yıllardan sonra düşünüyorum da, bu ortam, genç bir öğretmenin köylülerle diyalog kurması için çok uygun bir
ortamdı. Kendini anlatmak ve onları anlamak için,
bundan daha uygun bir zemin ve zaman bulunamazdı. Ama, o zaman bunu yapamadım. Çünkü köylülerle nasıl iletişim kurulur, bilmiyordum. Bu beceri
ve deneyim zamanla kazanılıyor. Bunu şimdi anlamış bulunuyorum. Takdir
edersiniz ki, bir meyvenin olgunlaşması için dahi, bir mevsime ihtiyaç vardır.
Akşam oldu; seçim bitti, sandık açıldı. Oyların tasnif edilmesine yardım
ettim. Tutanaklar tutuldu, oy pusulaları seçim torbasına
kondu. Torbanın ağzı mühürlendi. Benim beklediğim an gelmişti. Köylünün önünde
ilk defa konuşma yapmanın heyecanı içinde, titrek bir
sesle, çekinerek söze başladım:
-Biliyorsunuz
köyünüzde okul yok. Öğretmenin kalacağı bir yer de yok. Bu durumda bana, Köy
İhtiyar Heyeti tasdikli bir belge versin.
Ben de Milli Eğitim Müdürü'ne bu belgeyi
göstererek başka yere naklimi yaptırmak istiyorum, dedim.
Cami avlusunda bulunan herkes, beni pür dikkat dinliyordu. İhtiyar heyetinden yaşlı bir üye, yüksek bir taşın üzerine çıkarak şöyle seslendi:
-Komşular !
Geçen yıl da köyümüze bir öğretmen atanmıştı; fakat okul
ve öğretmenin kalacağı bir yeri olmadığı için, o öğretmen
geri gitmişti. Şimdi yeni bir öğretmen daha atanmış
bulunuyor. lîğer bu yıl da kalacak yer temin edemezsek, bu da çekip gidecek.
Nitekim, bunun için bizden imzalı belge istiyor. Bu
durumuda, "Okul ve kalacak yer yok,"
diye belge imzalayıp verirsek, bizi suçlamayın.
Bir taşın üzerine çömelmiş, konuşmaları dikkatle dinleyen, tahminen elli yaşlarında, orta boylu, mavi gözlü, hafif sakallı, bakışlarından zeki olduğu anlaşılan biri, sessizliği bozarak, sert ve kinayeli bir sesle:
-Gitsin, benim
odama baksın, eğer beğenirse orada kalsın!...
Tavrından, adeta
öğretmeni ve köylüyü eleştiren bir gizli
hava seziliyor; fakat, köyü ve köyünün çocukları için her türlü özveriyi yapabilecek bir büyük kişilik
olduğu anlaşılıyordu. Köylüler, birbirlerine bakışıp baş sallayarak bu öneriyi onayladıklarını belli ettiler.
Dursun Bey, bu
konuşma karşısında yine coşmuştu. İstediğinin
olması, onu son derece memnun etmişti. Beni bir kenara çekerek,
-Nezaket icabı, odaya bir bakalım,
dedi.
ilmühaber hala elimdeydi. Camiden elli adım kadar yukarıda olan eve doğru yürüdük. Bir avlu kapısından içeri girdik. Avluya açılan bir kaç kapı daha vardı. Sol baştaki-ne yöneldik, içeri girdik. Temiz, düzgün döşenmiş, sedirli, duvarlardan birinde yüklük boşluğu olan, üç küçük pencere ile aydınlanan, zemini toprak bir odaydı. Köy koşullarına göre, zevkli döşenmiş sayılırdı. Dursun Bey, durmadan,
-Buradaki şu imkanları, başka yerde bulamazsın !.. Bu köyde kalman en iyisi !... deyip duruyordu.
Bu koşullar
karşısında, ille de, "Gideceğim," diye diren memin ve ilmühaber istememin bir inandırıcılığı kalmamıştı. Çaresiz "Peki," demek zorunda kaldım.
Artık Kapaklı Köyü Öğretmeni idim.
Sonradan öğrendim ki, oda sahibi köyün ileri gelenlerinden Aziz Çavuş'tu. Aydın ve olgun bir kişiydi. Oğullarından biri öğretmen, bir diğeri astsubay idi. Evli olan en büyük oğlu ile birlikte kalıyorlardı. Kendi ikinci evliliğini yapmıştı ve bu
evlilikten yedi yaşında bir oğlu daha vardı. Çocuklarının gurbette oluşu, kanaatimce Aziz Çavuş'un bana yardımcı olmasına neden olmuştu. Askerliğini topçu
çavuşu olarak yapmış olması, ona köyde
bir üstünlük ve önderlik vasfı
kazandırmıştı.
Köyde ilk günleri, misafir olarak geçirdim. Daha sonra, babam Zonguldak'tan bana; yatak, yorgan, gazocağı gibi eşyalar gönderdi. Trenle Yerköy İstasyonuna gelen bu eşyaları alıp
köye getirdim. Bir divan ile yatağımı odanın, sedir
olmayan tarafına yerleştirdim. Yüklük boşluğuna da getirdiğim kitaplarımı
dizdim. Burada, onlar bana yardımcı
olacak ve arkadaşlık edecekti.
Aziz Çavuş ile
birbirimize yavaş yavaş ısınıyorduk. Akşamlan yanıma
geliyor; küçük küçük sorularla beni anlamaya ve çözmeye
çalışıyordu. Bende ona okuduğum kitaplardan bazı
bilgiler aktarıyordum. Bu onun hoşuna gitmeye başlamıştı.
Ev halkından sadece büyük oğlu Hacı Mehmet ile görüşüp konuşuyorduk. Birgün
ona, burada, böyle eli kolu bağlı oturmamın doğru olmadığını anlattım. Devletten maaş alacaktım. Bu, neyin karşılığı
olacaktı. Allah bile buna razı olmazdı. Birşeyler yapmalıydım. Köyde, benim kaldığım oda gibi, birkaç oda daha vardı.
Kış geceleri, köylüler sobalarını yakıp buralarda sohbet ediyorlardı. Köyde kahvehane yoktu. Bu odalar, hem kahvehane görevi yapıyor; hem de büyüklerle küçükleri biraraya
getirerek usul, töre, anane ve
terbiye öğrenmelerini sağlıyordu. Kısacası,
bir çeşit eğitim yeri, halk okulu idiler. Buralardan yararlanmayı düşündüm. Düşüncemi anlatmak üzere bir
akşam oda sahiplerini ziyaret etmeye karar verdim. Okul yapılıncaya kadar, çocukları orada okutmayı
düşünüyordum. Aziz Çavuş, bu
ziyaretlere benimle gelmedi. "Köylü oda vermezse, onurum incinir," düşüncesinde olduğunu sezmiştim.
Maalesef öyle oldu. Oda sahipleri, kendilerine göre haklı bahanelerle,oda vermeyi reddettiler. Çok üzüldüm. Bu halimi gören Aziz Çavuş, çözüm
arayışlarına girdi. Bir akşam,
-Benim bir
kardeşim vardı, veremden öldü. Ona ait, bizim
evin arkasında bir ev var. Sabahleyin gidip bakalım. Uygun görürsen, çocukları okutmak için orayı
kullanabilirsin, eledi.
Sabahleyin hemen bu eve bakmaya çıktık. Burası, adeta, bir
kümesti. Kapıdan içeri girmek için, eğilmek gerekiyordu. Köy tabiri ile,"Bir göz oda" idi. Bir tarafında topraktan bir sedir vardı. Küçük bir pencere ile
aydınlanıyordu. Odanın basık, toprak
tavanını örümcekler kaplamıştı.
İçimde, "Nasıl olursa olsun; ama okulların açılacağı tarihte, benim de
öğrencilerle buluşabileceğim bir yerim olsun,"
arzusu vardı. Bu, iki aşığın birbirine hasretini dindirme arzusuna benzer bir arzu idi.
Bu nedenle,
bulduğum bu izbe yeri, Aziz Çavuş'tan aldığım
yardımlarla temizledim. İçine, eski yıllardan kalma birkaç sıra
yerleştirdim. Kendime, dört bacağı yere eşit basmadığı
için, dokundukça sallanan derme çatma bir masa uydurdum. Kara tahta
yoktu. O olsa bile şimdilik tebeşir bulma olanağım yoktu. Ama hiçbir şeyi
olmasa bile, köyde "Okul açılacakmış," denmesi bile önemliydi.
Sıra, öğrenci bulmaya geldi. Yeni okul yapılıncaya kadar, sadece
birinci sınıfa öğrenci alacaktım. Birinci sınıfa öğrenci
almak, kayıt işlemi gerektirdiği için, köylünün, işin ciddiyetini
anlaması bakımından da önemi vardı. Bu gayretlerimi gören Aziz Çavuş'un, bana
güveni artıyordu. Sanırım, hakkımdaki
önyargısı, yavaş yavaş azalıyordu. Onun
aracılığı ile, muhtar tarafından, öğrenci kayıt duyurusunun yapılmasını sağladım. Köy bekçisini yanıma
aldım; kapı, kapı dolaşarak kayıtları
yapmaya başladım.
Okul çağına
gelmiş çocukların çoğunun, daha nüfus cüzdanları yoktu. Anne
babalar, çocuklarının altı yaşını doldurup
doldurmadığında tereddüt ediyorlardı. Bu soruna, pratik bir soru ile çare bulmayı başardım. Yaş konusunda tereddüt
olduğunda,
-Çocuğun
yedilik (süt) dişleri düştü mü? diye soruyordum.
Artık,
sokakta taşla toprakla oynayan veya yazıda (tarla çayır)
hayvan otlatan çocuklar, öğrenci olacaklardı.
Jan Jak
Russo,"Emil" adlı kitabında:"Öğretmen, eğitim öğretime,
çevresini tanımakla başlamalıdır," der. Okulların açılmasına iki
hafta vardı. Ben de, bu zamanı değerlendirip köyümü ve köylümü daha yakından
tanımak için bazı atılımlar içinde
olmalıydım. Bundan sonra, bir bireyi olarak içinde yaşayacağım bu toplumun adetlerini, örflerini, değerlerini, değer yargılarını daha
yakından izlemeli ve öğrenmeliydim. İlk
geldiğim akşam, yemek sofrasında kırdığım
potu, bir daha kırmamalıydım. Atatürk' ün bu insanlara "Memleketin efendisi,"demesi,
herhalde boşuna değildir. Sana değer
verilmesini istiyorsan; sen de karşındakine değer ver: Bunun tek yolu
budur. Genç olduğumu, tecrübesiz olduğumu,
yapacağım bazı hataların -kasten olmasa bile- kolay affedilmeyeceğini bilmeli ve davranışlarımı buna göre
ayarlamalıyım. Deneyimsizlik ve toyluk dezavantajıma karşılık; bilgili olduğumu ve öğretmenlik mesleğinin gerektirdiği özellikleri taşıdığımı,
sorumluluklarımı bildiğimi, devleti
temsil ettiğimi, onlara, zamanı ve yeri geldikçe ka-nıtlamalıyım. Bunu sağlayabilmek için, kendi
kendime bazı kararlar aldım. Köyün ileri gelenleriyle daha çok birlikte olacaktım. Gençleri daha çok dinleyecek, güven ve
dostluklarını kazanacaktım. Yaşlı -
genç, herkese aynı mesafede olmayı ve
ortada durmayı planlıyordum. Akşamları, hergün birer ikişer artışla, kaldığım odaya köylüler toplanıyordu. Onlara, fırsat buldukça, dünyadaki
değişimi, teknik ve bilimin getirdiği
nimetleri, endüstrileşmenin toplumu ve dolayısı
ile köylüyü ve köyü nasıl etkileyeceğini anlatıyordum. Okuduğum kitaplardan, örnekler veriyordum.
Hatta, bir akşam, atılan bir füzenin,
dünyanın etrafını seksen sekiz
dakikada dolaştığını anlattığımda, çok şaşırdılar. Böyle bir şeyin olacağını
mantıkları kabul etmiyordu. (O günden bu
güne, kırk iki yıl geçti, o insanların bir kısmı, bu kırk iki yılda değişen ve gelişen olayları hiç göremeden
gittiler. O yıllarda, köylüye aya
gidileceğini anlatmak,bir cesaret me-selesiydi.
Hemen konuyu, din yönüne çekerlerdi.)
Artık, bu köyün dünyaya açılan bir penceresi olmalıydım. Bunu da, ancak gazete okuyarak ve radyo dinleyerek sağlayabilirdim. O yıllarda, transistorlu radyolar, Türkiye'de yeni yeni yaygınlaşıyordu. Ama çok pahalı idi. Ben henüz hiç maaş
almamıştım. Babamın verdiği beş-on kuruş harçlıkla idare
etmeye çalışıyordum.
Bu arada, kasabaya
inmeye karar verdim. Hem kendi günlük ihtiyaçlarımı temin etmek; hem
de, okul için biraz kalem-defter almak istiyordum. Kasabaya gitmek de, geri
dönmek de zordu. Köylüler gruplar halinde ve eşek sırtında, ben ise yaya olarak, kasabaya doğru yol almaya başladık. Bana, eşeğe binmemi teklif ettilerse de ben, "Ya düşersem köylü bana ne der?" endişesi ile teşekkür ettim, binmedim. İlk defa bir hayvan pazarı, tahıl pazarı görüyordum. Pazarda çok ilginç görüntüler vardı: Köylü tahıl veya hayvanını satıyor, aldığı parayla gaz, bez, şeker gibi şeyler satın alıyordu. Acıkanlar, pazarın kuytu bir köşesinde köyden getirdiği çıkınını açıyor; peynir - ekmeğini yiyerek karınlarını doyuruyordu. Pazarda işini bitirenler, artan vakitlerini, diğer köylerden gelen tanıdık veya akrabalarıyla kahvelerde sohbet ederek geçiriyorlardı. Buralarda birbirlerinden duyup öğrendikleri, köye haber olarak gidiyordu. Ben ise, hep
vitrinlerdeki transistorlu radyolara
bakıyordum. Çünkü, kış gelmeden
mutlaka bir radyo almak istiyordum. Bu
düşüncemi, maaş bordrolarımızı yapan ve maaşlarımızı dağıtan mutemet meslektaşıma açtım. Taksitli
olarak alabileceğimi, kendisinin
buna aracı olacağını söyledi. Bana
bir kart yazarak, radyo satılan bir dükkana gönderdi.
Dükkan sahibi, elinde bulunan radyoları tezgahın üstüne koydu.
Bir radyonun fiyatı, hemen hemen iki maaş tutarı kadardı. İçlerinden birini beğenip 38O TL' ye satın aldım. İlk maaşım 24O TL idi. Satıcı, ayda 5O TL ödenmek
üzere, senetler yaptı, üzerlerine pul
yapıştırdı, bana imzalattı. Bu hayatımda
ilk defa karşılaştığım bir olaydı. Senetler, mutemede verilecek, o da her ay benim maaşımdan 5O TL
keserek satıcıya ödeyecekti. Böylece
bir radyo sahibi olmanın
ayrıcalığına kavuştum. Bu, o zamanlar için, gerçek bir ayrıcalıktı. Bugün, ilk defa araba sahibi olan
gençlerin duygularını taşıyordum.
Radyo satınalma isteğim, hem Türkiye'de
ve dünyada olup bitenleri öğrenmek, hem de köy yaşamımı kolaylaştırmak ve mesleğimi daha donanımlı yapmak
arzusundan kaynaklanıyordu.
Artık akşamları odam daha çok doluyordu. Radyodan haberler dinleniyor, arkasından ben bazı aydınlatıcı açıklamalar ve yorumlar yapıyordum. Odama gençler de geliyordu. Onlar, büyüklere hizmet etmede, konuşmada oturup kalkmada kusur etmemek için itina ediyorlardı. Yaşlılar, güleryüzle ufak ufak sorular sorup zaman zaman benimle şakalaşmak istiyorlardı.
Okulun açılacağı
gün geldi. Köy muhtarı, ihtiyar heyeti ve köy bekçisi ile köyün büyüklerini,
açılışta bulunmaları için davet ettim.
Eylül'ün ikinci haftası pazartesi günü, o köhne köy evinde okulu açtım. Yeni kaydettiğim öğrencileri karşımda görmek beni heyecanlandırmıştı.
Gerçi, çocukların elleri boştu,
önlüğü olan sadece bir-iki öğrenci vardı
ama, onların gelmesi ve başımızı sokacak bir yerin olması bile bir başarıydı. Gerisi arkadan gelir,
diye düşünüyordum. Yeni okulun ne
zaman biteceği ve diğer öğrencilerin
ne zaman okula gelebilecekleri, henüz belli olmasa bile "Başlamak bitirmenin yarısıdır,"
diyordum. Öğretmen okulunda
öğrendiklerimle, bu odaya bir sınıf havası kazandırmaya, çalıştım. Yavaş yavaş çocuklar bana, ben onlara alışmaya başladık. Önce okul kurallarını, temizlik
kurallarını, konuşma kurallarını ve
davranış biçimlerini öğretmeye yönelik
eğitime ağırlık verdim. Öğretim yapmak, tahta, tebeşir, kalem, defter, kitap
gibi ihtiyaçlar nedeniyle tam olarak
mümkün olmuyordu. Ama, ders programına uygun şekilde zamanında okula
gelme, ders süresinde içeride kalma, ders
bitişinde teneffüse çıkmaya ve onlarla oynamaya önem veriyordum. Beden eğitimi derslerini dışarıda yaparak köylünün
ilgisini çekiyordum. Soğuk bakışlar, yerini sıcak ve güvenli bakışlara bıraktı. Bu da beni çok memnun ediyordu. Akşam sohbetlerimiz, daha samimi bir ör-tamda geçmeye başladı. Odada, onlar
sedirde, ben sandalyede oturuyorduk.
Yatağım ise,bir kenarda düzgün dururdu.
Hergün sabah, ben
odayı terkedince, ev sahibi odaya gelir, temizlik
yapardı. Tekrar gelince herşeyi yerli yerinde ve düzgün
bulurdum. Sanki bu işi melekler yapıyordu. Öğlenleri geldiğimde, sobayı yanmış, Aziz Çavuş'u da
beni bekler buluyordum. Öğleyin kasabadan aldığım sucuk, yumurta gibi yiyeceklerle karnımı doyurmaya çalışıyordum. Aziz
Çavuş'un, beni dikkatle izlediğini bildiğim için, yemek yerken
sıkılırdım. Yine böyle günlerden birinde, gazocağını
yaktım, tavaya yağı koydum, daha iyi yanması için gazocağını pompalamaya
başladım. Harlı alev tavanın içine sıçradı;
yağ ateş aldı, alevler tavana yükseldi. Ne yapacağımı şaşırdım, hemen
ocağı kapattım. Aziz Çavuş,
-Eğer yemek
istersen, bizde ne pişti ve Allah ne verdi ise getireyim
ye!...Yok, istemezsen böyle devam edersin, dedi.
Bu teklife ses
çıkarmadım. Kabul ettiğimi anladı. Öğle
yemeği problemim çözülmüştü. Artık öğlenleri geldiğimde, sobamı yanıyor, soframı hazır buluyordum. Yemeği Aziz Çavuşla birlikte yiyorduk. Öğleden sonraları, okul inşaatı ile ilgileniyordum. Eylül ayında, okullar açılırken köyde de okulun inşaatı başlamıştı. Okulun biran önce bitmesini istiyordum. Bazı günler boş zamanımda caminin önüne gidiyor, orada toplanan yaşlıların sohbetlerini dinli yordum.
Böyle bir günde, caminin önündeki meydan dikkatimi çekti. Bir anda burada
voleybol sahası yapmak aklımdan geçti. İki direk diker, arasına da ipten basit
bir ağ gerer ve kenar çizgilerini de çizerek
gençlerle voleybol oynayabilirdik.
Düşüncemi gençlerden birkaçına açtım.
İçlerinde, askerde iken oynayanlar vardı. İlgi duydular
ve destek verdiler. Ertesi gün sahayı herşeyiyle
hazırladık. Gençlerle oynamaya başladık. İyi bilenleri bir takım yapıp karşı
tarafa koyuyor, bilmeyenleri de ben alıyordum. Seyircimiz, caminin önünde hergün oturup sohbet eden insanlardı.
Hele, köy çeşmesine su almaya gelen
yetişkin köy kızlarının, çeşme başında oyalanarak bizi seyretmeleri,
gençlere büyük motivasyon oluyordu. Daha
sonraki günlerde, portakalına
oynamaya başladık. Ben kazandığım portakalları, cami önündeki yaşlılara ikram ediyordum. Onlar da, bu durumdan memnundu. Bir gün geciktik mi, hemen, -Bugün voleybol maçı yok mu? diye soruyorlardı. Böylelikle, köyün öğrencileri, gençleri ve
yaşlıları ile aynı ortamlarda
birlikte olmaya başlamıştım. Bu, beni ziyadesi ile memnun ediyordu. Her üç
ortamda da sevildiğimi gördükçe, öğretmenliğin kutsallığını daha iyi
anlıyordum. Bir akşam, odamdan herkes evine gitmek üzere dağılmıştı. Ben de yatağımı açtım, yatmak üzereydim.
Kapım vuruldu.
-Kim o? dedim. -Benim!...
Bu ses, köyde çok sevdiğim insanlardan biri olan Abdullah'ın sesiydi. Kendisi, Aziz Çavuş'un bacanağı oluyordu.
-Hayrola Abdullah? Yatıyordum!... Sigaranı unuttunsa,
yarın alırsın... dedim.
Fakat o ısrarla kapıyı açmamı istedi. Kapıyı açtım,
-Ne var ? dedim.
-Haydi simdi bize gidiyoruz!... dedi.
-Gecenin bu saatinde sizde ne işimiz var? Dedim -Bizim evde eğlence var, senin de katılmanı ve görmeni istiyorum, dedi.
-Ne eğlencesi? dedim.
-Biz Çerkezlerde, dışarıdan bir genç kız, bir eve misafir gelirse ve
misafir olduğu evin de bir genç kızı varsa,o gece, misafir
için bir eğlence düzenler; tüm köydeki evlenmemiş kız
ve erkekler toplanır. Sohbet edilir, mızıka eşliğinde dans
edilir, dedi.
İlk defa böyle bir
eğlenceye tanık olacağım için heyecanlanmıştım. Evden
çıktık ve eğlence evinin önüne geldik. İçeriden
mızıka sesi ve bu sese tempo tutan ellerin sesi geliyordu.
Abdullah, içerden birini çağırdı, beni ona teslim etti. Ama
ben,
-Sen olmadan, ben içeri girmem!...
dedim.
O ise, gülümseyen, babacan bir
tavırla;
-Ben giremem, dedi.
-Neden? dedim.
-Çünkü, içerde benim kızım da var,
dedi.
İçeri girdim; oda, imkanlar
nisbetinde aydınlatılmıştı. Kızlar, en iyi giysilerini giymiş,
sıraya dizilmişlerdi. "Köy kızları, köyde
güzeldir," misali, hepsi birbirinden güzel kızlardı. Erkekler de onların karşısına dizilmiş, ciddi bir vaziyette duruyorlardı. Saygı gösterisi olarak, beni başa aldılar. En yaşlı
delikanlı, elinde bir çubuk, ortada duruyor; müzik başladığında her delikanlının, ayak burnu hizasında bir çizgiden dansa girmesi komutunu veriyordu. Aynı şekilde bir çizgiyle, onun dans edeceği kızı da belirtiyor; erkek kızın önüne giderek selâm veriyor ve dansa davet ediyordu. Aynı zamanda herkes, mızıkadan yayılan müziğe elleriyle tempo tutuyordu. Bu sırada, ciddiyet ve ahlâk kurallarına uymak önemliydi. Kurallara uymayanlar, dışarı atılıyordu. Bütün bunları hayretle seyrederken, gayri ihtiyari gözlerim kızlara da kayıyordu. Bir hata yapmaktan çok korkuyordum. Bir ara,
mızıka ve oyun durdu; kızlardan biri, benden başlayarak, herkese sigara ikram
etti. Sigara içmediğimi ifade etmeye çalışırken;
yanımdaki delikanlı, almaya
mecbur olduğum yönünde beni ikaz
etti:
-Almazsan, kızlara karşı hakaret etmiş
olursun... dedi.
Erkekler de kızlara aynı şekilde sigara
ikram ettiler.
-Bu kızların hepsi sigara içer mi?
diye sordum.
-Hayır... onlar aldıkları sigaraları, sohbet sırasında, bir fırsatını bulup sevdikleri delikanlılara verirler, dedi.
Sonradan öğrendim
ki, her işaret ile oyuna kalkan kız ve erkek çiftler, genelde
birbirini beğenen gençlerden olurmuş. Oyunu idare
eden, bu durumu bilir ve ona göre dav-ranırmış.
Bu eğlence ile, ilk defa köyün adetlerinden birini yakından gözlemlemek ve tanımak fırsatını buldum. Bu insanları daha çok
sevmeye başladım.
Göreve başlayalı, hemen hemen iki ay olmuş tu. Günler böyle gelip
geçiyordu. Okul inşaatının bitmesini sabırsızlıkla
bekliyordum.
Aziz Çavuşla birlikte oturduğumuz ve sohbet ettiğimiz günlerden biriydi. Aziz Çavuş bana döndü,
-Bugün bizim evde yemek yiyeceğiz, dedi.
Bunun ne anlama geldiğini bilemiyordum. Birlikte odadan çıktık. Avluyu geçerek, ev bölümüne vardık. Bir merdivenle çıktığımız salon genişti. Etrafta salona açılan kapılar vardı. Sağda bir odaya girdik. İçeride soba yanıyordu. Oda sıcaktı. Birer yer minderine oturduk. Büyük oğlu Hacı Mehmet de gelip, yanımıza oturdu. Her hareketinden, babasına karşı saygısı ve terbiyesi belli oluyordu. Daha sonra kapıdan günlük giysileri içinde iki hanım girdi. Asil bir tavır ve tatlı bir tebessümle bana "Hoşgeldiniz," dediler. Bu hanımlar, bana iki aydır yardım eden insanlardı. Aziz Çavuş bana döndü,
-Artık sen de bu evin çocuğusun. İstediğin gibi her zaman girip çıkabilirsin, dedi. Sonra hanımları işaret ederek:
-Bu benim hanımım, bu da gelinim; bundan sonra onları, teyze, yenge veya kardeş olarak kabul et ve nasıl istersen öyle
hitap et, dedi.
Bu olay beni çok duygulandırdı. Aziz Çavuş,
bana evini açarak hem büyük bir iyilik ediyor hem de bu
iyiliğe layık olabilmem için, çok dikkatli olmam
gerektiği konusundaki sorumluluğumu, üstü kapalı bir şekilde hatırlatıyordu. Bu arif kişi; bana iki ay evinde kucak açmış, gözlemiş, denemiş ve beni aileye kabul etme kararını vermişti. Bundan böyle, artık bu köyde bir teyzem ve bir yengem vardı. Köy ve köylü deyip geçmemek gerekir. İnsanın güzeli oradadır. Türkünün anlamlısı oradadır. Dayanışma oradadır. Güzel adet ve töreler oradadır. Beni bağırlarına basan bu güzel insanları, yıllar değil asırlargeçse de unutamam. Onları
minnetle yadcdiyorum.
Aralık ayı geldi, soğuklar başladı. Okul inşaatı bir hayli ilerledi. Sadece ince işleri kaldı. Hergün ustaların yanına gidiyor, okulun bitmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Çünkü, sınıf olarak kullandığımız oda soğuk oluyordu. Soba kuramadık; hem yer dardı, hem de baca deliği yoktu. Çok soğuk günlerde
çocuklara,
-Ayaklarınızı yere vurun, ısınırsınız!...diyor, üşümelerini önlemeye çalışıyordum. Ama yerden kalkan toz, ortalığı kaplıyor, birbirimizi göremez oluyorduk.
Dağ başlarının karla beyazlaştığı
soğuk bir kış günü idi. Öğrencilerimi tek tek içeri alıyordum. Önümden geçen öğrencilerin elleri morarmış, burunları kızarmıştı. Gözüm, birdenbire önümden geçen küçük bir kız öğrencimin önlüğünün arkasındaki yırtmaca takıldı. Yırtmaçtan çocuğun teni görünüyordu. Önlüğünün altında başka hiçbir giysi yoktu. Dışarıda kar var, içeride soba yok...Öğrencinin sırtında ise bu kış
gününde, sadece bir tek okul önlüğü. Ne yapacağımı, kime
danışacağımı şaşırdım, çocuklara tekrar bir göz gezdirdim. Onlar da meraklı
gözlerle bana bakıyor ve ne-fesleriyle ellerini ısıtmaya
çalışıyorlardı. Bu koşullarda, bu çocukları, bu
sobasız köhne yerde tutamazdım. O gün, hiç kimseye danışmadan, dersleri süresiz
tatil ettim. Biliyordum ki,
yönetmeliklerde böyle bir yetkim yoktu. Ama, aynı yönetmeliklerde okulsuz bir köyde eğitim ve öğretimin nerede nasıl yapılacağı da yoktu. Akşam üzeri
oda- ma toplananlara durumu anlattım,
bana hak verdiler. Bu koşullarda, yeni okulun bitmesini beklemekten başka çaremiz yoktu.
Bir zaman sonra, okul inşaatımız bitti. Hiç kimseye sormadan, birinci
sınıftan beşinci sınıfa kadar tüm sınıfların öğrencilerini yeni okula topladım.
Kendim de okulun lojmanına taşındım. Aziz Çavuş,
-Bina daha çok taze, duvarlar nemli, hemen taşınma, hasta olursun, demişti.
Onu dinlemediğime
taşındıktan sonra pişman oldum. Zira, gerçekten sık
sık hasta oluyordum. Aziz Çavuş, lojmana taşındıktan sonra da, öğrencim olan
oğlunu göndererek akşamlan beni yemeğe çağırıyordu. Onun dışında, diğer aileler tarafından da, her akşam yemeğe
davet ediliyordum. Bu benim için
ayrı bir mutluluk oldu. Anladım ki, bu
insanlara doğru bir adım atarsan, onlar sana doğru iki adım gelir... Hizmet etmenin mutluluğunu
hissediyordum. Köyde öğretmenliğin ve
onlara bir şeyler öğretmenin, ne kadar
önemli olduğunu kavrıyordum.
Kış böyle sona ererken, bahar da yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Artık havalar ısınıyor, çobanlar tutuluyor,
hayvanlar otlağa çıkarılıyordu.
Ben de, 23 Nisan
Egemenlik ve Çocuk Bayramı hazırlıklarına başladım. Bayramı birlikte kutlamak
üzere, komşu köye davet edildik. Bayram günü,
köylülerle beraber oraya gittik. Çok güzel bir kutlama
oldu.
İşte bu köyde ve bu bayram sırasında, eşim Nigar'ı ilk defa gördüm. Ebe
olarak görev yaptığını öğrendim. Aramızda duygusal bir
elektriklenme olduğunu hissettim. Daha sonra Nigar'lar, öğrencilere aşı yapmak
için bizim köye geldiler. Öğrencilerin önünde ilk aşıyı ben
oldum. Bu ikinci görüşmemizden sonra, birbirimize olan
duygularımız daha da belirginleşti. Bundan sonra,
duygularımızı mektuplara döktük. Ben resmen aşık olmuştum. Nigar'ı istetmek •Çin, Zonguldak'ta oturan babamı köye çağırdım. Kız İstemeye babam ve Aziz Çavuş birlikte gittiler. Nigar'ın görev yaptığı köy halkı, bu olaya sıcak bakmadı.
Buna rağmen biz, O3 Haziran 1962'de nişanlandık. Evlilik hayalleri kurmaya ve hazırlıklar yapmaya başladık. Ortaya
beklemediğimiz bir problem çıktı:
Benim görev yaptığım köy halkı beni;
Niğar'ın görev yaptığı köy halkı da onu bırakmak istemiyordu. Biz ise,
birlikte aynı yerde görev yapmak arzu-sundaydık.
15 Temmuz 1962'de, Kapaklı Köyü'nde düğünümüzü yaparak evlendik. Düğün masraflarımızı köy karşıladı,
hatta o zamanın parası ile 3OO TL' de bize para verdiler. Bu miktar, bir
maaşım tutarında idi. Bu insanların, bu iyiliklerini
hiçe sayıp eşimin köyüne gidemezdim. Her iki köyü de darıltmamak amacıyla, eşimle oturup bir karar verdik: Üçüncü bir köye naklimizi isteyecektik.
Bunun için dilekçelerimizi verip
resmi başvurumuzu yaptık.
Okulların
açılmasına az bir zaman kalmıştı. Tayinimiz Sungurlu ilçesinin
Kavşıt Köyü'ne çıktı. Bu durumu köylülerimize anlatmak
çok zor oldu. Sonunda onlar, istemeseler de, anlayışla karşıladılar. Köyden
ayrılık çok güç oldu. Bütün eşyamız, birkaç sandalye, bir iki halı, yatak,
yorgan içli. Yeterli paramız yoktu. Yeni düğünden
çıkmıştık. Abdullah, para sıkıntısı içinde olduğumuzu anlamış
olacak ki, birgün, sattığı öküzün parası olan 5OO TL ile
çıkageldi.
-Sizin
ihtiyacınız vardır, bu parayı alın, paranız olunca bana gönderirsiniz dedi. Parayı verdi.
(Allah rahmet etsin! aradan bir çok yıllar geçse de bu güzel insanların iyiliklerini unutmam asla mümkün değil. Biz yaşadıkça, onlar da anılarımızda yaşayacak)